KIZILDERİLİ RUHUMUN YOLCULUKLARI -1

KIZILDERİLİ RUHUMUN YOLCULUKLARI -1

KALBİN PEŞİNDE

Bi ara 3 kişiydik yolculukta. 3 ayrı kişinin kendini ararken karşılaşmasıydı aslında yolculuğumuzun o zamanlar bilmediğimiz sebebi.

Ben zaten kırık kalbimi onarmak için kendimi Toros dağlarına vurmuştum çoktan. Sanırım 2 yıldır kah Antalya’nın köylerinde kah Torosların tepelerinde, dağlarda derelerde… Bazen yeryüzünün kaotik ve öğretici insan ilişkilerinin içinde, bazen de uçsuz bucaksız gibi görünen dağların tepelerinde… Kendimi mi desem, hayatın anlamını mı desem; bana göre hayatın anlamı olan kutsal aşkı mı desem.. Bir şeyler arıyordum. Bazen kemik parçaları, taş parçaları bulup ne yöne yolculuk yapmam gerektiğini, şansın benimle mi yoksa uzağımda mı olduğunu anlamaya çalışarak, bazen de bir rüyanın bana söylediklerinin peşinde iz sürerek.

Şehirden ayrılalı bayağı zaman geçmişti, genelde hareket halindeydim, kısa süreli duraklamalar oluyordu bir arkadaş evinde ya da karşıma çıkan geçici konaklama yerlerinde. Köprülü kanyonda 3 ay geçirmek gibi…

Tevfik amca ve Fatma teyzenin yanında ahşap bir ev bulmuştum. Onlara yardım ediyordum, onlar da bana. Kitap akıllı olmak ne demek Tevfik amca öğretmişti bana; anlattığı hikayelerle. Selin nasıl hareket ettiğini öğretmişti. İnsanın yürüyüş hızında gelirmiş sel, yatağından taşarak gelirken. Köprülü kanyonu sonradan bir baştan bir başa geçecektim; ama bu başka bir hikaye. Bunun dışında yörük kültürüyle ilk kez bu kadar yakından tanışmaya başlamıştım.

 

Karakeçililer…

Sonradan bu insanlar hakkında ve Kızılderili atalarımızın da ataları hakkında çok daha fazla şey öğrenecektim. Farkında olarak aşık olmuştum o dağlara, insanlara.

Bu geçici duraksamalardan biri de Manavgat’ın bir köyünde olmuştu yine geçici bir süre. Bir arkadaşımın eviydi ve bahçıvan arıyordu. Bana teklif etti; sen çiçekleri, ağaçları seviyorsun bahçe sana da uygun, yoganı da yaparsın hem.” diyerek. Manavgat şelalesinin önünden geçtiği orman içinde ve 500 metre etrafında insan olmayan ve bana göre oldukça lüks olan bu tas evde bahçıvanlık yaparak yaşamaya başlamıştım. Bir süre dinlenmeye, durmaya karar vermiştim. Ve bir süredir üzerinde yürüdüğüm yola ,şöyle bir geriye bakmaya karar vermiştim. Sabahları ve akşamları sulama ,sonrasında yoga ve meditasyon yapıyordum. Duruyordum , dinliyordum ,düşünüyordum.

O bahçe bana çok şey öğretti. Oradaki nehir, okaliptüs, çiçekler, böcekler, yalnızlık… Akşamları da turistik bir mekanda ateş dansı yapıyordum. Yıllar önce Manavgat’ın göl manzaralı bir köyüne taşınmış olan -ki İstanbul’dan doğaya ilk göç eden şehirli Kızılderili’lerdendir kendileri. Onlar da aynı mekanda geceleri müzik yapıyorlardı. Gündüzleri ise keçi, at ve bahçe işleriyle uğraşıyorlardı. Geceleriyse hepimiz ortak ritüellerimizi gerçekleştiriyorduk. Bazen ben de ritim ve vokalle onlara katılıyordum. Ardından da coşup ateş dansı yapıyordum.

Açıkçası çok eğleniyorduk. Sonradan iyi bir iş teklifi bile aldım mekân sahibinden. Halkla ilişkiler müdürlüğü, insan ilişkilerim çok sıcak kanlıymış. Düşünmeden reddettim.

Henüz bitmemişti yolculuğum, yolum ve de amacım başkaydı. Henüz tam aradığımı bulamamıştım. Ne aradığımı, bulacağım sonucun ne olduğunu da hiç mi hiç bilmiyordum. Ama yola niye çıktığımı biliyordum: Niyetimi. İçimdeki bilge ata bana yolu gösteriyordu ben de o sesi takip ediyordum. Nereye götürdüğünün de pek bi önemi de yoktu aslında, ilgilendiğim sonuç değildi, yolun kendisiydi.

 

İlknur hanım yazı 2 kopya

Bazen tökezleyip düşsem de bazen üzülsem de coşsam da biliyordum. Niyetim beni, henüz benim de bilmediğim geleceğime doğru, götürüyordu. Ben de tıpış tıpış uslu bir çocuk gibi onu takip ediyordum. İşaretleri okumaya çalışarak.

Bir gün İstanbul’dan Eda ve Polat aradı. Bir belgesel çekmek istiyorlardı yörükler ve göç ile ilgili. Sen zaten oralarda yaşıyorsun biz de gelsek ve hep beraber bir yolculuğa başlasak filmi çeksek…

O kadar sevinmeme rağmen, sonradan yaşadıklarımı, yaşadıklarımızı düşününce, hiç birimizin hayal bile edemeyeceği, o an hiç birimizin kurgulayamadığı kadar muhteşem bir yolculuğun başladığını hiç birimiz bilmiyorduk henüz.

Kısa süre sonra 72 model yeşil bir wosvos minibüsle geldiler. Aman tanrım! Harikaydı bu yeni arkadaş.   İçi bir karavan gibiydi. En azından yatabiliyordun. Konforlu güzel evimizi terk edip başladık yola. Zaten çoktan başlamış olan bir yolculuğun kısa bir durağıydı oysa ki, bunu daha sonra anlayacaktım. İnsan içinden geçerken çoğu zaman fark edemiyor. Zaten yolculuğun anlamı da bu farkındalığı aramak içgüdüsel olarak sanırım. Ya da Kızılderili atalarımızın ruhu bize sesleniyor.

Artık dağların tepelerindeydik. Muhteşem Toros dağları. Sıradağlar ne demekmiş orada anladım o zamanlar. Göz alabildiğine sınırsız ufuklar, dağ tepeleri, düzlükler, ovalar, geçitler…

Tarifi neredeyse imkansız bir zaman kayması hissi. Uzun zaman boyunca geniş, sınırsız ufuklara bakarsanız eğer, önce fiziksel olarak gördüğünüz sonsuz boyut, bir süre sonra geniş bir algı perspektifi olarak, zihninizde yansımaya, gelişmeye başlıyor. Farkında olmadan, yavaş yavaş bakış açınız değişiyor. Siz değişiyorsunuz. Dinlemeye başlıyorsunuz, sessizliği artık bir ses olarak melodi olarak duymaya başlıyorsunuz. Dağların bu en yabani, sessiz, büyük, gizemli, coşku dolu uyumunu keşfettiğiniz doğasında. Artık kolunuzda taşımıyorsunuz zamanı, telefonunuzda ya da takviminizi de…

Artık kılavuzunuz güneş ve ay . Gündüzleri güneşe göre hareket ediyorsunuz. Doğa yaşamın gerektirdiği şekilde. Yatma kalkma işlerini güneşe göre ayarlıyorsunuz, daha doğrusu o sizi ayarlıyor. Günlük işleriniz arasında yakacak odun toplamak ve konaklamak için bir su kaynağı bulmak en önemlilerinden. Neden su hayattır denmiş anlamıştım. Gerekliliğini görünce. Ne de olsa marketler ve alışverişlerden yüzlerce kilometre uzaktık. Geceleyin işlerinizi aya göre yapıyordunuz dişil yaşamın gerektirdiği şekilde. Yani doğanın kanunları iş başındaydı artık.

İlknur hanım yazı 3 kopya

Geceyi ateş başında geçirip ,bilmediğimiz ama her gece ayrı büyülendiğimiz gökyüzünün altında ve seslerin arasında güven içinde geçirmenin hazzına varıyorduk her an. Doğayla barış içindeydik. Çünkü onu anlıyorduk seviyorduk. O da bizi sevgiyle kabul ediyordu. Varlığının bir parçası oldukça Tanrılara daha yakın hissediyorduk kendimizi. Bazen hiç konuşamıyorduk. Uzun saatler bakmaktan, dinlemekten ve hissetmekten.

Artık şehirlerde öğrendiğimiz alışkanlıklar ve koruma kalkanları işe yaramıyordu. Güneşi, ayı, yıldızları ve kalbimizi izliyorduk.. Onlar da bizi.

Bir cevap yazın